Kategori: deneme
Bavullara Sığmaya Çalışan Yaşamlar
I don’t recall the day when I first saw the sun.”
ve sevgiye inandılar.
ve sevgiye inandılar ve saygıya inandılar
Yoksa bendeki çocuk da böyle çaresiz kalacak.
“İnsanlar sadece kendi hayatları için kaygılandıkları, kendilerini kolladıkları için yaşar sanırdım, oysa onları yaşatan tek şey sevgiymiş.”
Sevgiye, umuda, güzel günlere…
Bir küçük eski dost
Çocukluk Kokusu
Kaynamış süt kokusu hep çocukluğumu getirir bana. Süt demek çocukluk demek benim için. Süt dişlerinin bile henüz çıkmadığı, süt kadar beyaz bir masumiyetle gülümsenen o günler. Çayı küçüklerin içemediği, kahvenin bizi karartacağına inanılan o bembeyaz günler. Belki erkenden uyanıp herkesi uyandırdığımız bir hafta sonu kahvaltısı, belki de uyumayacağım diye inat edilen bir uyku öncesi demekti süt.
Ne güzeldi telaşlarımız, ne önemliydi her bir günümüz. Öğle güneşi gelmeden sokakta birkaç saat daha fazla oynamak için erkenden başlardık güne. Karnımızı doyurmak pek de derdimiz değildi oyuna doymak isterken. Seksek çizili sokaklarımızdan korkmazdık. Sokaklar arkadaştı, oyundu, özgürlüktü, mutluluktu.
Bir güne sığdırdığımız koşuşturmalar, heyecanlar, gülüşlerle içilen o mis kokulu sütlerin her bir yudumunu hak ederdik.
Büyüdük ve kirlendik mi bilinmez, ama hepimiz bir zamanlar süt masumiyetiyle bakıyorduk hayata, gökyüzüne. Dökülen her bir süt dişimizle, masumiyetimiz de döküldü belki.
Çocukluk huzurunda bir şarkı gülümsetsin içinizdeki süt çocuklarını! 🙂
Biraz gece, biraz hüzün
Gecelerin hüzünle çok yakın ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Saat 12’yi geçmişse, işi gücü olan insanlar bir bir yataklarına girmişse, dışarıda trafiğin sesi azalmışsa, karşı pencerelerde sönmüşse ışıklar geriye hüzün kalıyor sanki. Gece mi getirir hüznü yoksa hüzün mü uykusuz bırakır gecelerde?
Geceyse getiren nedir sebep? Tüm o makinelerden çıkan yapay gürültüler, kuş cıvıltılarının motor sesleriyle bastırılışı, nereye olduğunu bilmeden koşturup duran insanlar yok halbuki. Hepsi susmuşken, durmuşken huzuru bulamaz mı insan gecede? Bulamıyor işte. Gürültülerle bastırılmış o korkak yalnızlığı çıkıyor ortaya. Öyle bir çıkıyor ki eline geçen şiir kitabında bile altı çizilen dizeler “Düşmüştük, karanlık bir yalnızlığa / Ürperiyordu savrulan yelelerimiz / Ürperiyordu anılar sandığımız orman” diyor. Alelacele okuyamıyor insan gecenin sessizliğinde dizeleri. Her bir kelime daha bir başka geliyor gün ışığında göründüğünden.
Yine de tüm suç gecenin değil sanki. Hüzün de pek bir sever geceyi, onsuz bu kadar anlamlı değildir. Gün içerisinde mırıldandığı şarkıları, gece gözlerini doldurmak için saklar kuytu köşelere. Gece geldi mi dolanmaya başlar anılarda.
Biraz buruk bir şarkı lazım sanki şimdi kelimeleri dizip bu sayfayı dolduracağıma.
Hiçlik
Kadın
Bir kelime nasıl bu kadar çok çağrışıma sahip olabilir? Kadın… Neydi ki kadın?
Doğar ve kız derler önce kadına. Çoğu zaman utançtır ailesi için dünyaya gelişi; bir erkek değildir çünkü, bir aslan parçası değil. Erkeğin yanında ikinci sınıf kalır, günümüz modern(!) toplumlarında bile. Daha güçsüzdür, daha duygusaldır, daha az mantıklıdır güya kadın. O yüzden uyması gereken onlarca ahlaki kural vardır. Bir kere namus diye bir kelime vardır, görenin aklına kadını getiren. Kadındır namusunu koruması gereken, namuslu kalması gereken, namus uğruna ezilen, eziyet gören, canından olan. Beyaz giyse söz olur, mini giyse orospu olur, makyaj yapmasa çirkin olur, sesli gülse ayıp olur. Kadın ne yapsa olay olur! Peki tüm bunlar neden olur? Daha güçlü, daha mantıklı, daha üstün erkek karşısında ihtiyacı var mıdır gerçekten tüm bunlara dikkat etmesine?
Babasının yüzünü gülümsetebilseydi kadın dünyaya açtığında gözlerini, sadece varlığı bile ailesinin gururu olabilseydi kadının da, acaba ben de gidebilecek miyim okula derdi olmasaydı, oyun yaşında gelin gitmeseydi kocaman amcalara, daha kendi annesine mızlanmaları bitmeden kucağındaki bebeğini susturmak olmasaydı derdi, iş aradığında yan gözle bakılan, ekonomiyi altüst eden olmasaydı kadın, giydiği kıyafetin rengi, uzunluğu bu kadar dert olmasaydı, kocasının eline bakan olmak zorunda olmasaydı kadın; evin bir tanecik direği olmasaydı, ev dediğin, yuva dediğin iki ayaklı olsaydı, kadın ve erkek; şiddet dediğin hak ettiği olmasaydı kadının, gerektiğinde atılmaz; gerekmeseydi erkeğin bir fiske atması, ayrılınca bir kadın yüz karası olmasaydı elalemin gözünde, her sokakta yürüyebilseydi özgürce istediği saatte, evine dönerken bindiği minibüste tek başına kalmak hayatına mâl olmasaydı kadının, biri görür de tahrik olur diye düşünmeden kahkahalar atabilseydi kadın çok mu kötü olurdu dünya? Yoksa tüm bunlar böyle olmadığı için mi kötü zaten?
Ah kadın…
Acı neden hep sana yakıştırılır ki?
Daha güzel bir dünyada mümkün müydü Özgecan ve nicelerinin gülebilmesi, koşabilmesi hayallerinin peşinden?